Her birimiz bu dünyaya büyük bir olasılık ve olanaklar zinciriyle geliriz. Gerçek benliğimize doğru bir gelişim yolculuğu başlar. Birbirine yakın koşul ve olanaklarla doğmayız. Doğduğumuz ülke, ailemiz ve çevremiz, az ya da çok da olsa yazgımızı belirleyebilir. Tabii ki, bunlar, dünyaya neden geldiğinin bilincinde olanlar ve mücadele etmemek için geçerli nedenler değildir. Güçlü kişilerin gücü, dıştan değil içten gelir.
Yetkin koşul ve olanaklarımıza ulaşmak da öz farkındalığımızdan geçer.
Dünyaya yeni gelmiş bir bebeğin ve sonrasında kişinin gereksinimleri bitmez. Sayılmak, sevilmek, beğenilmek, okşanmak, güvende olmak, takdir edilmek ve en sonunda da ölümsüz olmak ister.
Kişiler, çoğunlukla yeterince güçlü ve mantıklı olduğunu varsayar. Yoksa, bunu benliğiyle mi sağlamaktadır?
Nietzsche, şöyle diyor: " ‘Özgür’ mü diyorsun kendine? Sana hükmeden düşünceni anlat, duymak isterim" diyor.
Eliot, şöyle demişti: “Egosunu beslemekten, karakterini aç bırakan kişiler var.”
İnsanın ve zihninin karmaşık bir yapısı vardır; aklı, zekâsı, duyguları, bilinçaltı ve bilinci, hepsini yöneten, kontrol edilemez düşünsel, duygusal ve davranışsal bir sinir sistemi vardır. Bunun dışında, bilinçaltımızda ulaşamadığımız epigenetik kayıtlarımızdan, kök inançlarımız ve güdülerimiz, alışkanlıklarımız ve doğuştan itibaren kişiliğimizi etkileyen ailemiz, çevremiz ve deneyimlerimiz sonucunda oluşan değerlerimiz ve dilimiz.
Kişiler, mutlu, huzurlu, başarılı ve de saygı/sevgi görmek ister. Sınırlı ve süreli yaşamında bunların hepsini başarmak ister. Bunları elde etmek için çevresindeki her şeyi bilinçli/bilinçsiz tüketerek/kullanarak hedeflerine ulaşmaya çalışır.
Okulda iken, en başarılı öğrenci; iş yaşamında, başarılı bir iş adamı ya da evinde başarılı bir eş. Toplumda saygı değer ve sevilen bir kişi. Çocuklarına da iyi bir ana/baba olmak ister.
Daha da önemlisi, kendini gerçekleştirmek ister. Çoğu kişi, ölümü bile göze alarak, inandığı ya da hayal ettiği hedeflerini gerçekleştirmek uğruna yaşamını bile riske eder.
İnsan doğası üzerine kötümser düşünen Thomas Hobbes, doğal durum kavramının, bireyin başkalarına karşı savunmada kalmasını sağlayacak asgari sayıdaki savaş unsurundan biri olduğunu söyler. Bunun böyle olduğunu söyler çünkü bireylerin ya da en azından bir bölümünün, başkalarından daha çok şeye, daha büyük güce ve cinsel başarıya ulaşabilmek için her zaman yüksek konumlara gelmek istediğini söyler. Diyelim ki, yüksek konum isteğini bir kenara bıraktık. Gönençli(refah) bir yaşam ya da kendi yönetebileceği yaşam için yeterli unsurlar azaldığında yine aynı durum söz konusu olacak ve birileri daha güçlü olan karşısında kaybedecek, birileriyse “zekâ, üçkağıt ya da kaba kuvvet” ile güçlü konumuna gelecektir. Güçlü olan, hiçbir zaman o güç sayesinde kendine yetemez. Güçlüler de uyur ve uyuduğunda güçsüz olan, fırsatı kullanıp güçlüyü etkisiz hale getirebilir.
Bu kadar karmaşada göz ardı etmememiz gereken en önemli dostumuz, duygularımızdır. Duyguların dili, gövdemizdir. Gövdemiz ile dost olursak bu dünyada güçlü kalabiliriz. Çünkü, bize doğruları söyleyen ve daha güvenilir kaynağımız, duygularımız olabilir.
Duygularımız, çocukluktan itibaren belirli bir aralığa oturarak bugüne kadar gelir. Geçmişin acı dolu anılarını ve bazılarını da kabul etmeyiz ya da anımsamak istemeyiz. Dolayısıyla, çocuk, duygulardan kaçmaya, onları gömüp bastırmaya çalışsa da duygular kalır. Sonuç itibarıyla, akılcı olduğumuz kadar duygusal varolanlarız ve doğamızda duyumsamak var. Çocukluk konuları, yetişkinlikte durmadan karşımıza çıkmaya devam eder ve yetişkin çatışmalarının kaynağını oluşturur. Değişime, duyguların dilini anlamaya yönelik açıklığımızı sürdürürsek büyüme olanağımız vardır.
Kişilerin en güçlü ya da en güçsüz yanı, duygularını nasıl yönetebildiğidir. Hayvanlardaki kadar olmasa da dürtülerimiz de vardır. Dürtülerimizi yönetmek pek kolay olmayabilir. Ancak, düşünce, duygu ve davranışlarımızı aklımızla yönetebiliriz.
Kişiler, duygularını inkâr etmeyi “yeğler”. Neden?
- Onlardan korkarız…
- Utanç duyarız…
- Kötü olduklarını varsayarız…
- Anormal olduklarını sanarız…
Özgürlük, duygularımızı da anlamakta yatar. Duygularımızla ilişkide olduğumuzda, yaşam boyu duygusal sorunları çözmenin vazgeçilmez araçlarını edinmiş oluruz. Bu sorunları çözme becerisi, gerçek bir büyüme ve gelişim olanağı sunar.
Duygularımız ile barışık olmadığımızda, duygularımızı bir zayıflık göstergesi gibi kabul ederek onlardan kaçmaya çalıştığımızda, öfke, suçluluk, utanç, keder ve depresyon gibi sonuçlar ortaya çıkar.
Çözüm, kendimizi tanımaktan ve sevmekten geçer.
Kendimize dürüstçe şunları sormamız gerekir:
- Ne düşünüyor ve hissediyorum?
- Neden ve nasıl böyle düşünüyor ve hissediyorum?
- Daha önce böyle hissettiğim oldu mu?
- Bu duygu konusunda daha önce ne yaptım?
- Şimdi ne yapabilirim?
En yüksek öz-değere giden yol, duygularımızın farkında olmaktan ve onları dürüstçe dillendirmekten geçer. İçimizdeki “kişiyi -çocuğu-“ yalnızca biz daha yakından ve kısmen tanıyoruz. Hedefimiz, onu özgür bırakmaktır. Bu hedefe ulaşabilmek, kendimize dürüst olmaktan geçer.
Öz-değer yolculuğumuzda, sıkça ve çok sayıda, engel ve tuzakla karşılaşırız. En büyük engeller de kendi davranışlarımızdan, alışkanlıklarımızdan ve dürtülerimizden kaynaklanır. Duygusal acımızı uyuşturarak, kaçarak, kendimizden kaçmış oluruz. Bu da kendimizi gerçekleştirmek yerine zararlı davranış ve alışkanlıklara yönelmemize neden olur.
Kötü alışkanlıklarımızın sonuçları da uyuşturucu, alkol, sigara, işkoliklik, eşseysel(cinsel) ve ilişki bağımlılığı/bozukluklarına ve aşırı tüketime neden olur.
Kendimizi sevmek, kendimizi tanımak ile başlar. Buna da öz farkındalık diyoruz.
Öz farkındalık, iç dünyamızı, düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı anlamak, farkına varmaktır. Bize ait tüm düşünce, duygu ve inançların farkına varmak demek, gerçekte kim olduğumuzu anlamak demektir. Bu durum, kişisel gelişimimiz için çok önemlidir. Elbette hiçkimse, öz farkındalık ile doğmaz. Ancak erken yaşlardan itibaren kim olduğunu anlamak, inşâ ettiğimiz yaşamın daha mutlu ve tatminkâr olmasını sağlayacaktır. Öz farkındalığı olan birey, güçlü ve zayıf yönlerini bilir. Düşüncelerine ve duygularına hâkim olduğu gibi güdülerine de hâkim olur. Kişinin öz farkındalığı arttıkça, düşünce ve inançlarını olumlu yönde değiştirme olanağı da artar. Çünkü, kişi, düşünce ve duygularının kendini nereye doğru sürüklediğini anlar ve duruma müdahale edebilir. Sağlıklı bir öz farkındalık, kişiye çoğu alanda yarar sağlayacaktır. İş dünyasından toplumsal yaşama, kişisel hedeflerden toplumsal amaçlara dek, kişi, kendinin ve kim olduğunun farkındalığına vararak başarı sağlayabilir.
Öz farkındalık, bize güç verir. Öz farkındalığı yüksek kişilerin ilişkileri daha sağlıklıdır, daha yaratıcıdır, daha iyi iletişim kurar ve daha özgüvenlidir. Daha az yalan söyler, aldatır ve çalar. İşlerinde daha iyi sonuçlar ortaya koyar, daha çabuk yükselir. Daha etkili önderlerdir.
Yapılan bir araştırmada, kişilerin %95 oranında öz farkındalığına sahip olduğunu söylemesine karşın, gerçek sayı, %5’tir. Bu da kişilerin %80’inin yüksek oranda yanıldığı ya da kendine yalan söylediği anlamına gelir. Aynı araştırmada, kişinin kendini daha iyi tanıması için sorması gereken sorularda “NEDEN” yerine “NE/NASIL” sorularını sorarak kendini daha iyi tanıyacağı ortaya çıkmış.
Öz farkındalığımızı artırmanın bir yolu da “Neden” soruları yerine “Ne/Nasıl” sorularını sormaktan geçer. Neden soruları bize tuzak kurarken, Ne/Nasıl soruları bizi ileriye, geleceğe götürür.
Bu konuda üç örnek vermek istiyorum:
- Patron/Çalışan çatışması:
“Biz neden uyuşamıyoruz?” demek yerine “Daha iyi olduğumu nasıl gösterebilirim?”
- Kansere yakalanmış bir kişi:
“Neden ben?” demek yerine “Benim için daha önemli şey nedir?”
- İşinden hoşlanmayan bir çalışan:
“Neden bu kadar kötü hissediyorum?” demek yerine
“Bana kötü hissettiren koşullar ne ve bunların ortak yönleri ne?”
Kim olduğumuzu anlama becerisi, bir olanak ve nimet olarak vardır.
Yaşadığımız sürece, hangi katkıyı yapmak ve ne tür bir yaşam sürmek istiyoruz? Sorularımıza yanıt aramakta, kendi içimize yolculukta farkındalığımızı artırır.
Önemli(öncelikli) olan, öz farkındalığın önemine inanmak ve geliştirme konusunda göstereceğimiz kararlılıktır. Öz farkındalık arayışı hiçbir zaman bitmez. Yaşam, bize karşın devam eder. Bize verilmiş yaşam süresince, hatalarımızdan, acılarımızdan, başarısızlıklarımızdan ve başarılarımızdan öğrenmek, büyümek ve olgunlaşmak tamamen bize bağlıdır.
Mevlânâ’ya ait şu sözle yazımı sonlandırmak isterim:
”Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek isterdim.
Bugün ise akıllıyım, kendini değiştiriyorum.”
Sevgilerimle,
Taner Özdeş
---
Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü ( FaRkLaR.net )
tarafından sağlanmıştır.
Comments powered by CComment